Bütün canlıların kaçınılmaz ve ortak kaderi olan ölüm konusuyla ilgili olarak değişik disiplinlerde birçok çalışma yapılmıştır. Özellikle din, felsefe, sanat, edebiyat, tıp, biyoloji ve hukuk alanında yoğun çalışmaların yapıldığı ölüm fenomeninin psikolojik gerçekliğini anlama ve açıklamaya yönelik çalışmaların tarihçesinin oldukça yeni olduğu söylenebilir. Şöyleki 20. yüzyılın başlarında batı dünyasında psikologların ilgisini çekmeye başlayan ölüm fenomeniyle ilgili psikolojik çalışmaların bu yüzyılın ortalarına doğru bir ivme kazandığı, 1950’li yılların ortalarında yoğunlaşan bu çalışmaların (thanatology researches) günümüze değin devam ettiği gözlemlenmektedir. Ülkemizde ölüm konusunu psikolojik perspektiften ele alan çalışmaların son derece sınırlı olduğu görülmektedir. Bunun belki de en önemli nedenlerinden birisi, psikolojinin ve özellikle din psikolojinin ülkemizde yeni gelişmeye başlayan bir disiplin olmasıdır. Bu çalışmanın amacı ise, ülkemizde konuyla ilgili psikolojik perspektiften yapılan araştırmalardan tespit edebildiklerimizi tanıtmaya çalışmaktan ibarettir. Bunun yanında ölüm psikolojisiyle ilgili yabancı literatürden Türkçe’ye kazandırılan veya ölüm konusuyla ilgili değişik disiplinlerde yapılan çalışmalardan önemli gördüklerimizin bazıları hakkında kısa bilgi verilecek, diğerlerinin sadece isimlerine atıfta bulunulacaktır.
Ülkemizde ölüm fenomenini psikolojik sayılabilecek bir perspektiften ele alan ilk çalışma, tespit edebildiğimiz kadarıyla Süheyl Ünver (1938) tarafından yapılmıştır. Ünver, “İstanbul Halkının Ölüm Karşısındaki Duyguları” isimli makalesinde daha çok ölümle ilgili tutumlar üzerinde durmuştur. Araştırmada İstanbul’daki Karacaahmed, Edirnekapı ve Üsküdar mezarlıklarında bulunan mezar taşı yazılarından hareketle özelde İstanbul halkının, genelde ise Türk milletinin ölümden hissetmiş olduğu duygular üzerinde durulmuş, ele alınan kitabelerden, Türk kültüründe ölümden fazla korkulmadığı ve Türk insanının ölümü tevekkül ile karşıladığı sonucuna ulaşılmıştır.
Ölüm fenomenine psikolojik açıdan eğilenlerden birisi de, küçük bir makale şeklinde de olsa Türkiye'de Din Psikolojisinin öncüsü olan Bediî Ziya Egemen'dir. Egemen (1963) "Ölüm Üzerine" isimli teorik makalesinde, insanlık tarihinin başlangıcından beri insanların ölüm üzerinde kafa yordukları, onunla ilgili çeşitli tutumlar geliştirdiklerine işaret ederek, hiçbir zaman ölüm vâkıasına şahit olmasalar bile, insanların bu sonucu kendiliğinden sezebileceklerini vurgulamıştır. Egemen'in üzerinde durduğu konulardan birisi de, ölümün eski Hint-Yunan felsefelerinde ve onlardan bu yana gizli mânalara büründürülmüş sır dolu mistik bir problem haline getirilmiş ve metafizik spekülasyonlara boğdurulmuş olmasıdır. Ona göre bundan dolayı ölüm problemine gereği gibi bir açıklama getirilememiştir. Çünkü ölüme hayat ötesi ve üstü bir mâna ve değer verilmiştir. Oysa ona göre ölüm, fâni olan insanlar için ancak hayat açısından kavranılması mümkün olan bir fenomendir. Makalesinde bazı filozofların ölümle ilgili düşüncelerini de değerlendiren Egemen, genç ve yaşlıların ölüme ilişkin tutumlarına da değinmiştir. Ona göre ölümden en çok korkanlar, hayatı sadece zaman ve mekan düzlüğünde yaşayan, hayvan benzeri, yalnız madde zebunu ve zevk düşkünü yaratıklardır. Egemen, kendisinin ölüme karanlık mâna ve sırlar izafe etmeye çalışan metafizikçilerden ve madde üstü hiçbir kudret tanımayan materyalistlerden tamamen uzakta olduğunu belirterek, ölümü de doğum gibi bir bağış olarak kabul ettiğini ifade etmiştir.
1966 yılında Çocuk sağlığı ve Pediatri kongresinde Atalay Yörükoğlu tarafından sunulan tebliğ, daha sonra "Aile İçinde Ölüme Karşı Çocukların Tepkileri" ismiyle Nörö Psikoloji Araştırmaları dergisinde yayınlanmıştır (1968). Araştırmacı, çocukların ölüm fenomenini algılamalarını, çocukluk psikolojisi içinde gelişimsel olarak ele aldıktan sonra, çocukların anne ve babalarının kaybına gösterdikleri tepkiler konusunda yapılan bazı araştırmalara değinmiştir. Yörükoğlu daha sonra üzerinde çalışma yaptığı 23 çocuğun kısa hikayelerini vermiş ve onların aile içinde ölüme karşı gösterdikleri ilk tepkileri belirlemeye çalışmıştır. Üzerinde çalışma yapılan çocukların ortak yönü, psikiyatri kliniğine aile içinde ölüm olayından kısa bir süre sonra ve bu olayla ilgili tepkiler ve belirtiler dolayısıyla getirilmiş olmalarıdır. Bunlar daha önce ruhsal dengesizlik veya bozukluk dolayısıyla kliniğe getirilmeleri düşünülmemiş çocuklardır. Araştırmacı ölüm olayından kısa bir süre sonra incelediği bu çocukların öncelikle inkar kurgusu kullanarak hipomanik davranışlar geliştirdiklerini gözlemlemiştir. Ayrıca bu araştırmada elde edilen bulgular, çocukların yas tutma yeteneğinin zayıf olduğunu destekler mahiyettedir.
Ebiri (1971) tarafından uzmanlık tezi olarak yapılan "Kazan Sağlık Ocağı Bölgesi Halkının Sosyo-Kültürel Nitelikleri ve Ölüm Karşısındaki Tutumları" isimli çalışmada, araştırmaya katılan genç erkek deneklerin dışındaki poyülasyondan, din çağrışımı yapmayanlarda ölüm korkusunun ön plana çıktığı, genç erkek grubunda dinin önemini yitirdiği an, yaşama bağlılık ve gerçekçiliğin görüldüğü, kültür düzeyi düşük olanların büyük oranda ölüm karşısında dinden yardım bekledikleri ve ölüm korkusunun evrensel bir korku olduğu tespit edilmiştir.
Şentürk (1983) tarafından yayınlanan "Ölüm Gerçeği ve Allah inancı” isimli teorik makalede araştırmacı, ölümle ilgili olarak genelde ölümü kabul ve ondan kaçış tutumlarına değinmiş, ölüm gerçeğini kabul edemememin neden olduğu psikolojik kaçışlar üzerinde durarak, sâlim bir akıl ve sağlıklı dinsel inançları ölüm korkusunu dengede tutacak unsurlar olarak teklif etmiştir. Araştırmacıya göre insan, daha çok yalnız kaldığı ve yalnızlık duygusu hissettiği zaman ölüm fenomenini hatırlamakta ve onun bunalımlarına düşmekte, yine karamsar olduğu zamanlarda ölümle ilgili olarak tedirginlik hissetmektedir. Makalesinde ölüm olayını daha ziyade İslamî perspektiften değerlendiren araştırmacı, Hz. Peygamberin oğlunun ölümü karşısındaki tutumuna da değinerek, mutasavvıfların ölümle ilgili tutumları üzerinde durmuştur. Ölüm karşısında hangi tutumun “normal” olarak değerlendirileceğini sorgulayan araştırmacı, insanın kendisini psikolojik olarak ölüm olayına hazırlaması ve ölüm sonrası için sağlıklı bir inanç sistemine göre hayatını düzenlemesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır.
Akpınar (1988) tarafından yüksek lisans tezi olarak hazırlanan "Dokuz Yaş İlkokul Çocuklarında Ölüm Kavramının İncelenmesi" isimli araştırmada, genel olarak çocukluk psikolojisi ve ölüm kavramıyla ilgili özet bilgiler verildikten sonra, çocuklardaki ölüm kavramı, bu kavramla ilişkili olduğu düşünülen “geri düşülmezlik”, “fonksiyonsuzluk” ve “evrensellik” kavramlarıyla birlikte incelenmiştir. Araştırmasının temel problemini, ele alınan yaş grubunda ölüm kavramının kazanılmasında sosyo-kültürel düzey ve cinsiyetin etkili olup olmadığını tespit etmek şeklinde belirleyen araştırmacı, araştırmasını üst sosyo-ekonomik düzeyden 44, orta sosyo-ekonomik düzeyden 43 ve alt sosyo-ekonomik düzeyden 26 (n=113) dokuz yaş çocuğu ile gerçekleştirmiştir. Araştırmada, çocuklara anne-babalarının sağ olup olmadıkları sorularak onların ölümle ilgili bir deneyime sahip olup olmadıkları tespit edilmeye çalışılmıştır. "Birisinin ölüp ölmediğini nasıl anlarsın?" sorusuyla geri dönüşülmezlik ve "sence ölmeyecek bir kişi var mı?" sorusuyla da ölümle ilgili evrensellik kavramlarının kazanılması tespit edilmeye çalışılmıştır. Araştırmadan elde edilen sonuçlara göre; ölümle ilgili alt kavramların kazanılmasında cinsiyet faktörünün önemli bir etken olmadığı, ancak sosyo-ekonomik düzeyin bazı kavramların kazanılmasında etkili olabileceği tespit edilmiştir. Bu düzeyin en belirgin bir şekilde ölümle ilgili kavramlardan evrensellik kavramını etkilediği görülmüştür. Zira denekler, evrensellik kavramıyla ilgili olarak sosyo-ekonomik düzey açısından karşılaştırıldığında, üst ve orta sosyo-ekonomik düzey ilkokul çocuklarının başarı oranları arasında önemli bir fark bulunmazken, bu iki seviye alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan çocuklarla karşılaştırıldığında önemli farklar tespit edilmiştir.
Şenol (1989) tarafından "Ankara İlinde Kurumlarda Yaşayan Yaşlılarda Ölüme İlişkin Kaygı ve Korkular" isimli yüksek lisans çalışmasında ise kaygı ve korku kavramları üzerinde durularak yaşlılık dönemi özellikleri ve sorunlarıyla ilgili özet bilgi verildikten sonra, yaşlılarda ölüme ilişkin kaygı ve korkuları etkileyin faktörler üzerinde durulmuştur. Araştırma evrenini Seyranbağları huzurevinden 84 ve Keçiören Düşkünler evinden 36 olmak üzere toplam 120 (51 erkek, 69 kadın) denek olarak tespit eden araştırmacı; yaş, cinsiyet, öğrenim düzeyi, huzurevinde kalma süresi, ziyaretçi sıklığı, önemli bir sağlık sorununun olup olmaması, aylık ortalama gelir düzeyi gibi yaşlıların ölümle ilgili kaygı ve korkuları üzerinde etkili olabileceği düşünülen faktörlerle, Templer (1970) tarafından geliştirilen 15 maddelik "Ölüm Kaygısı Ölçeği"ni bilgi toplama aracı olarak kullanmıştır. Araştırmada elde edilen verilerden, araştırma kapsamına giren yaşlıların ölüme ilişkin kaygı ve korkularının orta düzeyde olduğu, ölümle ilgili kaygının yaş gruplarına göre farklılıklar gösterdiği görülmüştür. Her iki kurumun birlikte değerlendirilmesi sonucunda ise 60-64 yaş grubunun en yüksek düzeyde ölüm kaygısı gösterdiği, 70 yaş ve yukarısının ise daha düşük bir ölüm kaygısına sahip oldukları tespit edilmiştir. Ayrıca kurumlarda yaşayan yaşlılardan kadınların erkeklerden daha fazla ölüm kaygısı hissettikleri, yaşlıların öğrenim düzeylerinin, arkadaş ve akrabaları tarafından kendilerine yapılan ziyaretlerin ölümle ilgili kaygı ve korkular üzerinde etkili olmadığı tespit edilirken, önemli bir sağlık sorunu olanların, böyle bir sorunu olmayanlardan daha fazla ölüm korkusu hissettikleri, aylık ortalama gelir düzeyinin de ölüme ilişkin kaygı ve korkuları etkileyen bir faktör olduğu belirlenmiştir. Araştırma sonunda kurumlarda çalışan personelin bu konuda eğitilmesinin gerektiğini vurgulayan Şenol, ayrıca ülkemizde konuyla ilgili çalışmaların azlığı ve kendisinin veri toplamak için kullandığı "Ölüm Kaygısı Ölçeği"nin ülkemizde ilk defa kullanıldığını ifade etmiştir. Araştırmacı, sadece yaşlıların değil, genç ve yetişkinler üzerinde de böyle çalışmalar yapılmasının, gelişim dönemlerinin birbirleriyle kıyaslanması açısından faydalı olacağı ve ülkemizde bu alandaki boşluğun doldurulmasına önemli katkılar sağlayacağına da işaret etmiştir.
Ölümü psikolojik bir çalışma konusu olarak ele alan ve ülkemizde bu konuda ciddi araştırmalar yapanlardan birisi de Hayati Hökelekli’dir. Hökelekli (1991a) “Ölüm ve Ölüm Ötesi Psikolojisi” isimli makalesinde, ölümün insanlık tarihi boyunca hiçbir zaman basit bir mesele olarak görülmediğine değinerek, ölüme verilen mânalar üzerinde durmuş, ölümün anlamının kültürden kültüre ve devirden devire nisbî olarak değiştiğini, ölümün değişik şekillerden değerlendirilmesinde çeşitli faktörlerin etkili olduğunu vurgulamıştır. Çağdaş batı insanının ölümle ilgili tutumlarına da değinen araştırmacı, hayat devrelerine göre ölümün anlamı üzerinde durmuş, bu bağlamda çocuk, genç ve yetişkinlerin ölüme bakışlarını incelemiştir. Daha sonra ölüm korkusu üzerinde duran Hökelekli, İbn Sina, C.G. Jung ve Fromm’un ölüm korkusunun kaynağı ve hafifletilme yolları konusundaki fikirlerine değinmiştir. Günümüzde ölümle ilgili olarak, “ölümü inkar etme”, “ölüme meydan okuma”, “ölümü isteme” ve onu “kabullenme” şeklinde dört temel tutumun geliştirildiği sonucuna ulaşan araştırmacı, son olarak ölümsüzlük konusunu inceleyerek, ölümsüzlüğün inanç ve düşünce seviyesinde farklı şekillerde dile getirildiğini belirterek, maddi, biyolojik, sosyal, ruhsal ve bireysel ölümsüzlükten bahsetmiştir.
Hökelekli, (1991b) “Ölümle İlgili Tutumlar ve Dinî Davranış” isimli makalesinde daha çok batı dünyasında yapılan ve ölüm ile dinî inanç arasında bir ilişki olup olmadığını tespit etmeye çalışan araştırmaların sonuçlarını gözden geçirmiş ve değerlendirmiştir. Bu bağlamda ölüm fenomenini dinin kaynağı olarak gören Freud, Morin ve Bergson’un görüşlerini değerlendiren araştırmacı, onlara göre ölümün uyandırdığı korku ve gerginliği aşmak için yürütülen her fikir ve başvurulan her hareketin dinî olarak nitelendirilmeleri gerektiğine işaret etmiştir. Daha sonra ölüm ile din arasındaki ilişki ve ölümsüzlük arzusu ve ölüm ötesene inanç üzerinde batı dünyasında yapılan bir kısım tecrübî araştırmayı değerlendiren araştırmacı, ölümden hissedilen korku ve kaygının, dinî bir inanç ya da ahiret inancı doğuracak tabiatta olmadığı sonucuna varmıştır. Hökelekli, ayrıca dinin, yapı ve muhteva bakımından psikolojiden bağımsız ve onu aşan bir tabiata sahip olduğunu, ahiret inancı ile ölüm korkusu arasında bir ilişki müşahade edilse bile, bu ilişkinin öncekinin sonrakini doğuracağı anlamına gelmeyeceğini belirtmiştir. Dinî inanç ve değerlerin bazı psikolojik etki ve fonksiyonlara sahip olmasının son derece tabiî, ancak bu sebeple dinî kendi psikololjik fonksiyonlarına indirgemenin yanlış olduğu, ölümden hissedilen korkunun azalması ya da çoğalmasında dinin yanında kişilik özellikleri, savunma mekanizmalarının işleyişi vb gibi faktörlerin de son derece etkili olduğu, araştırmacının ulaştığı sonuçlardan bazılarıdır.
Hökelekli (1992) tecrübî tarzda gerçekleştirdiği “Ölümle İlgili Tutumların Dinî Davranışla İlişkisi Üzerine Bir Araştırma” isimli çalışmasında, ölümle ilgili tutumların dinî davranışla olan ilişkisini konu edinmiştir. Araştırma 24-60+ yaşları arasında hepsi yüksek öğrenim görmüş yedi değişik meslek grubundan 378 kişinin, araştırmacının hazırlamış olduğu anket sorularına verdikleri cevaplar üzerine temellendirilmiştir. Orta dereceli okul öğretmenleri, hukukçular, iktisatçılar, sağlık personeli (doktor, veteriner, eczacı), teknik elemanlar (her türlü mühendislik), subaylar ve ilahiyatçılardan oluşan yedi değişik meslek grubundan tesadüfi örneklem yoluyla seçilen popülasyonun dindarlık düzeyleri kendi değerlendirmelerine bırakılmıştır. Araştırmacı elde ettiği verilerin istatistiksel analizi sonucunda, araştırmaya katılan deneklerin gelişim dönemi özelliklerine uygun bir şekilde, ölüm fenomeniyle önemli ölçüde meşgul olduklarını, bu konuda yaş farklılıklarının belirleyici bir rolü bulunmadığını ve ölüm ötesiyle ilgili ciddi inanç problemlerinin bulunduğunu tespit edilmiştir. Bu bulgular, araştırmacı tarafından batı dünyasında da benzeri örneklerinin görüldüğü şekilde, çağdaş kültürün ölüm ötesiyle ilgili geleneksel dinî inançların haber verdiği bilgilere karşı büyük bir güvensizlik geliştirdiği şeklinde yorumlanmıştır. Ayrıca ölümle ilgili olarak geliştirilen duygu, düşünce ve tutumlar ile dinî inanç ve uygulamalar arasında sıkı ilişkilerin bulunduğu, dindar kişilerin genel olarak ölümle daha fazla meşgul oldukları ve buna karşılık ölüm karşısında daha olumlu tutumlar geliştirdikleri, cinsiyet farklarının bu konuda fazla önemli olmadığı araştırma bulgularıyla ortaya konmuştur. Başer (1993) tarafından “Ölümle İlgili Dinî Sosyal Davranış Örüntülerinin Değişmesi” isimli doktora tezi olarak hazırlanan çalışma, Köbrübaşı ve Bahçeköy örneğinde bir saha araştırması olarak tasarlanmıştır. Araştırmada önce konunun teorik zeminini hazırlamak üzere çeşitli bilimler açısından ölüm olgusu üzerinde durulmuş, daha sonra ölüm fenomeni sosyolojik açıdan incelemiş ve ölüm psikolojisine ışık tutabilecek bazı bulgulara ulaşılmıştır. Ölüm fenomeninin genellikle yaşlılarla özdeşleştirildiği için yaşlılık çağı psikolojisine ve araştırma yapılan sahada bu dönemde görülen ölümle ilgili dinî-sosyal davranış örüntüleri üzerinde durulmuş, ölümcül hastalık ve hastanın son anları ile ilgili davranış örüntüleri, ölüm olayının gerçekleşmesi ve bunu izleyen defin-cenaze merasimleri, araştırma yapılan köylere bağlı olarak incelenmiştir. Araştırmanın tecrübî bölümünde birinci hipotez olarak ortaya konulan “farklı kültür gruplarına mensubiyetin ölümle ilgili geleneksel davranış örüntülerinde çeşitlenmeye yol açacağı” şeklindeki hipotez desteklenmemiş, dinin farklı alt-kültür gruplarına mensup cemaatleri ortak davranış örüntüleri çerçevesinde bütünleştirici bir fonksiyon icra ettiğini ortaya çıkarmıştır. Araştırmada ayrıca, “Modern anlamda örgütlenmiş kuruluşların köye girişinin, köy cemaatinin çözülmesine ve buna bağlı olarak ölümle ilgili dinî-sosyal davranış örüntülerinin değişmesine yol açacağı” ve “Modern ulaşım imkanlarının daha fazla olmasının kentle teması artıracağı ve bunun da geleneksel davranış örüntüleri sisteminde ve bu sistemin bir alt sistemi durumundaki ‘ölümle ilgili dinî-sosyal davranış örüntüleri’ sisteminde değişmelere yol açacağı” şeklindeki ikinci ve üçüncü hipotezler de desteklenmemiştir.
Yıldız (1994) tarafından hazırlanan “İnsanların Ölüm Karşısındaki Tutumları Hakkında Yapılan Araştırmaların Değerlendirilmesi” isimli yüksek lisans çalışmasında, ölüm konusuyla ilgili kavramlar hakkında bilgi verildikten sonra, insanların ölüm karşısındaki tutumları hususunda temin edilen araştırmalar; din, yaş, cinsiyet, meslek, sosyo-ekonomik düzey vb. gibi değişkenlere göre tasnif edilmiş, ayrıca “ölüm kaygısını ölçmek” amacıyla yapılan çalışmalara da değinilmiştir. Daha sonra bu çalışmalardan insanların ölümle ilgili genel tutumları hakkında değerlendirmeler yapılan araştırmada, ülkemizde ölümle ilgili psikolojik araştırmaların son derece yetersiz olduğu vurgulanarak, ölümün birçok açıdan ele alınabilecek bir fenomen olduğuna dikkat çekilmiştir. Araştırmada ayrıca din değişkeninin ölüm kaygısını hafifletmede etkili biri faktör olduğu, incelenen araştırmaların çoğunluğunda yaş değişkeni ile ölüm kaygısı arasında anlamlı bir korelasyon bulunmadığı ifade edilmiştir. Çoğu araştırmanın kadınların erkeklerden daha fazla ölüm kaygısı hissettiklerini tespit etmelerine rağmen, cinsiyet faktörünün bu konuda önemli bir faktör olmadığını ortaya koyan araştırmaların da bulunduğu ifade edilen araştırmada, meslek durumu, ırk, eğitim, sosyo-ekonomik düzey ve medeni durumun da ölüme ilişkin tutumlarla anlamlı korelasyonlar gösterdiği belirtilmiştir. Araştırmada ayrıca, ölüm kaygısının evrenselliği, bununla birlikte insanların ölümü yadsıma, kızgınlık, ölüme meydan okuma, ölümü isteme, ölümü bastırma ve maskeleme, ölümü kabullenme ve patolojik tepkiler gösterme gibi ölüme ilişkin birçok tutum sergilendiği, günümüzde ölümle ilgili olarak en yaygın tutumun maskeleme ve bastırma tutumları olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Karaca (1995) tarafından “Ölüm Psikolojisi” adıyla doktora semineri olarak gerçekleştirilen bir deneme çalışmasında ise, daha ziyade İslamî bakış açısıyla ölüm fenomeni ele alınmış, İslam dininin ölüm fenomenini değerlendirişi ayet ve hadisler ışığında irdelenmiştir. Araştırmada ayrıca İslam dininde ölüm düşüncesine verilen değer ve bu düşüncesinin ferdi ve sosyal fonksiyonu üzerinde durulmuş, insanlarda ölüm ilgisi uyandıran ve onları ölüm fenomeninin düşünmekten alıkoyan faktörler incelenmiştir.
Karaca (1997) tarafından gerçekleştirilen “Psikolojik Açıdan Ölüm ve Dinî İnanç İlişkisi” isimli doktora tezinde ise, ilk olarak tarihi süreç içinde ölüm fenomeni ele alınmış ve dinlerin ölüme atfetmiş oldukları anlamlar üzerinde durulmuştur. Daha sonra ölüm kavramı ve ilişkili olduğu diğer kavramlar tanıtılarak, ölüm düşüncesi ve ölüm korkusu üzerinde teferruatlı bir şekilde durulmuştur. Gelişim dönemlerine göre ölüm fenomeninin değerlendirilişi ve ölümle ilgili tutumların da incelendiği araştırmada, ölüm korkusu ile dinî inanç arasındaki ilişki ise araştırmanın ana temasını oluşturmuştur. Bu ilişkiyi test etmek amacıyla, Thorson ve Powell (1992) tarafından geliştirilen ve Türk kültüne adaptasyonu yapılan “Ölüm Kaygısı Ölçeği” ve “Derunî Dinî Motivasyon” ölçekleriyle ölüm fenomenini çeşitli açılardan ele alan sorularla oluşturulan anket formu 523 kişiye uygulanmıştır. Araştırmada edilen bulgular üzerinde yapılan istatistiksel analizler sonucunda, diğer birçok hipotezle birlikte araştırmanın temel hipotezinin desteklendiği görülmüştür.
Yıldız (1998), “Dinî Hayat İle Ölüm Kaygısı Arasındaki İlişki Üzerine Bir Araştırma” isimli doktora çalışmasında, dinî hayatı bilgi, duygu, inanç ve davranış boyutu olmak üzere dört boyuttan ele almış ve dinî hayat ile ölüm kaygısı arasındaki ilişkiyi araştırmanın odak noktası yapmıştır. 555 kişisin katılımıyla gerçekleştirilen araştırmaya katılan deneklerin tamamı değişik alanlarda öğrenim gören üniversite öğrencileridir. Araştırmada deneklerin ölüm kaygısı düzeylerini ölçmek amacıyla daha önce Şenol (1989) tarafından ülkemizde ilk defa kullanılan “Ölüm Kaygısı Ölçeği” kullanılmış, elde edilen verilerin istatistiksel analizi sonucunda dindarlıkla ölüm kaygısı arasında pozitif bir korelasyon tespit edilmiştir.
Yaparel ve Yıldız (1998) tarafından “Ölüme İlişkin Depresyon Ölçeğinin Türkçe Çevirisinin Normal Popülasyonda Geçerlik ve Güvenirlik Çalışması” ismiyle yayınlanan çalışmada, Templer tarafından geliştirilen “Ölüme İlişkin Depresyon Ölçeği”nin geçerlik ve güvenirliliğini test etmek amacıyla, ölçek “Beck Depresyon Ölçeği”, “Templer Ölüm Kaygısı Ölçeği” ve “Spielberger Durumluk-Sürekli Kaygı Ölçeği” ile birlikte 100 kişilik bir örneklem grubuna uygulanmıştır. Elde edilen bulgular üzerinde yapılan istatistiksel analizler sonucunda, ölçeğin Türkçe formunun psikiyatrik tanı almamış kişiler üzerinde yapılacak araştırmalarda kullanılabilecek geçerli ve güvenilir bir ölçek olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Yıldız (1999) tarafından yapılan “Savaş Tecrübesi Yaşayan Boşnaklar Arasında Ölüm Kaygısı” isimli çalışmada, Sırp hakimiyetinde bulunan Sancak bölgesinde yaşayan savaş tecrübesi geçirmiş Boşnaklar ile İzmir’de öğrenim gören ve güvenli bir ortamda yaşayan üniversiteli Türk öğrencilerin ölüm kaygısı düzeyleri karşılaştırılmıştır. Araştırmaya çeşitli mesleklerden toplam 193 Boşnak ve çeşitli fakültelerde öğrenim gören toplam 226 öğrenci katılmıştır. Araştırmada deneklerin ölüm kaygılarını ölçmek amacıyla Templer’in (1970) “Ölüm Kaygısı Ölçeği” kullanılmış, bulgular üzerinde yapılan istatistiksel analizler, Boşnak deneklerin ölüm kaygısı düzeylerinin Türk deneklerden daha düşük olduğunu göstermiştir. Özellikle savaş nedeniyle aile bireylerinde biri veya birkaçını kaybedenlerin, bu tip bir kayıp tecrübesi yaşamayanlardan daha düşük ölüm kaygısı gösterdikleri ile ilgili bulgunun, daha önce Karaca (1997, s. ??) tarafından yapılan çalışmada “değer verdiği birisinin ölümüne şahit olanların” ölüm kaygılarının bu tip bir tecrübe yaşamayanlardan daha düşük düzeyde ölüm kaygısı hissetmeleriyle ilgili bulguyu destekler mahiyette olduğu görülmüştür. Ayrıca aynı araştırmada (Karaca, 1997, s. ??) “ölümü düşünme”, “ölüm konulu sohbetler yapma” ve “mezar ziyareti”sıklığı ile ölüm kaygısı arasında aynı yönde biri ilişkiyi ortaya koyan bulgular da, bu tespitle desteklenmektedir.
“Ölümle İlgili Davranış Örüntüleri Açısından Modern Batı ve Türk-İslam Kültürü” ismiyle Karaca (1999) tarafından yayınlanan makalede, ölümle ilgili karakteristik tutumlar açısından batı kültürü ile oluşumunda İslam dininin büyük etkisi gözlemlenen Türk kültürü karşılaştırılmış, bu iki kültür arasında birçok açıdan farklılıklar olduğu tespit edilmiştir. Mesela ölüm olayının gerçekleştiği yer, ölümle ilgili “taziye” geleneği, ölüme atfedilen mâna ve ölümle ilgili tutumlar açısından Türk kültürüyle modern batı kültürü arasında ciddi farklılıklar olduğu görülmüştür. Araştırmada ayrıca, Türk toplumunun içinde bulunduğu “batılılaşma” süreci dikkate alındığında, ölümle ilgili tutumların da bu süreçten etkileneceği ve gelecekte bu tutumlar açısından ele alınan kültürler arasındaki mevcut farklılıkların azalacağı öngörüsünde bulunulmştur. Karaca ve Yıldız tarafından gerçekleştirilen “Thorson-Powell Ölüm Kaygısı Ölçeği’nin Türkçe Çevirisinin Normal Populasyonda Geçerlik ve Güvenilirlik Çalışması”nda ilgili ölçeğin Türkçe versiyonu 126 kişilik bir örneklem grubuna uygulanmış, araştırmadan elde edilen bulgular üzerinde yapılan istatistiksel analizler, ölçeğin güvenilir ve geçerli bir ölçek olduğunu ortaya koymuştur. Şöyleki ölçeğin homojenlik endeksi tekniğine göre hesaplanan güvenirlik katsayısının µ=.84, yarıya bölme tekniği ile hesaplanan güvenirlik katsayısının ise .73 olduğu görülmüştür. Araştırmada ölçeğin geçerliği saptamak için yapılan faktör analizi “fiziksel ve ruhsal fonksiyonları kaybetme kaygısı”, “öte alemle ilgili kaygılar”, “çürüme ve bozulma ile ilgili kaygılar”ve “ölüm süreci-acı ve ızdırap çekme ile ilgili kaygılar” isimleri verilen ve ölçeğin yapısını oluşturan dört temel faktör belirlenmiştir.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu çalışmalardan başka, özellikle son yıllarda ölüm fenomenine artan bir ilginin varlığından bahsetmek mümkündür. Bu ilginin özellikle Edebiyat ve Felsefe alanında daha yoğun olduğu söylenebilir. Mesela Yeniterzi tarafından yapılan ve IV. Milli Türk Halk Edebiyatı ve Folklor Kongresinde (1990) sunulan “Divan Edebiyatında Sağlık ve Ölümle İlgili Âdet ve İnançlar” isimli çalışmanın, daha sonra bazı ilavelerle yayınlanan (1999) ölümle ilgili bölümü bu konuda örnek bir çalışma olarak anılmaya değerdir. Nitekim bu çalışma her ne kadar psikolojik bir perspektiften yapılmasa da, divan edebiyatına yansıyan ölümle ilgili bireysel ve toplumsal davranış örüntüleri açısından oldukça zengin bir malzeme içermektedir. Ayrıca “Düşünen Siyaset” isimli aylık düşünce dergisinin Mayıs 1999 sayısını ölüm konusuna hasretmesi de, ölüm fenomenine ilginin artarak devam ettiğine işaret eden başka bir gösterge olarak değerlendirilebilir. Zira bu sayıda ölümle ilgili felsefi ve psikolojik içerikli birçok makale yayınlanmıştır. Bu bağlamda Erkiner (1992), Bozkaya (1993), Batur (1993),Sezgin ve Yalçın (1993), Karakaya (1997), Yücel (2000), Selimoviç, Özdenören, Miyasoğlu ve Soysal’ın yayınlamış oldukları kitaplar, metodolojik olarak psikolojik perspektifle hazırlanmasalar da ölümle ilgili özellikle kişisel bağlamda psikolojik materyalin bulunabileceği eserlerden bazılarıdır.
Ölüm konusunu psikolojik perspektiften ele alan bazı çalışmaların tercüme yoluyla psikoloji literatürüne kazandırılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Bu bağlamda, İbn Sina’nın Ölüm Korkusundan Kurtuluş (1942) isimli kısa risalesi, modern tanatoloji çalışlarından asırlar önce hazırlanması (11. asır) hasebiyle özellikle anılmaya değer çalışmalardan birisidir. İbn Sina bu risalede ölüm korkusunun nedenlerini; ölümün gerçekte ne olduğunu bilmemek, ölümle beraber ruhun da bedenle beraber yok olacağını zannetmek, nefsin nereye intikal edeceğini kestirememek, hastalıklardan başka ölüm için ayrıca bir ızdırabın olduğunu zannetmek, cezalandırılacağını düşünmek, geride bıraktığı evlât ve ıyali için tasalanmak, birçok dünya lezzet ve şehvetini kaçıracağından dolayı üzülmek ve öldükten sonra nereye gidileceği konusundaki belirsizlik olarak tespit etmiştir.
Elisabeth Kübler-Ross tarafından hazırlanan ve ölüm psikolojisiyle ilgili ilginç analizlerin yer aldığı “Ölüm ve Ölmek Üzerine“ (On Death on Dying) isimli kitap ise Büyükkal (1997) tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. Ölüm konulu disiplinlerarası bir seminerin ürünü olan bu kitapta, ölüm süreciyle ilgili beş psikolojik evre ilk kez teklif edilmiştir. Kitapta, “yadsıma ve kendini yalıtma”, “öfke”, “pazarlık etme”, “depresyon” ve “kabullenmeden” oluşan bu beş psikolojik aşamanın bilinmesinin, özellikle ölümü belirtisi gösteren hastalarla yakın ilişki içinde bulunan profesyoneller ve hasta yakınlarına, hastaya nasıl davranmaları gerektiği konusunda önemli katkılar sağlayacağı vurgulanmaktadır. Bu çalışmalardan başka tercüme yoluyla Türkçe Psikoloji literatürüne kazandırılan önemli diğer iki çalışma ise Jung’un “Ölüm ve Ruh” ile Wahl’in “Ölüm Korkusu” ismiyle yayınladıkları makalelerdir. Özlem (1992) tarafından hazırlanan ve P. Tillch, W. Kaufman ve H. Marcuse’nin daha ziyade felsefi perspektifle hazırlamış oldukları makalelere de yer verilen çalışma, Ölümün Anlamı ismiyle yayınlanmıştır.
Ayrıca özellikle 17 Ağustos ve 12 Kasım (1999) tarihlerinde ülkemizde meydana gelen depremlerin de bu konuya olan ilginin artmasına önemli katkılar sağladığı ve bu konudaki çalışmalara ivme kazandıracağının sinyallerini verdiği söylenebilir. Kula (2000) tarafından hazırlanan ve deprem-kıyamet benzetmesinin ele alındığı çalışma, bu bağlamdaki ilk çalışmalardan biridir.
Özetlemeye çalıştığımız bu çalışmaları kısaca değerlendirecek olursak, teorik çalışmaların konuyla ilgili çeşitli disiplinlerden elde edilen bilgilerin derlenmesi ve bu şekilde bazı mukayese ve sonuçlara gidilmesi şeklinde yürütüldükleri söylenebilir. Tecrübi tarzda yapılan çalışmaların ise ülkemizde bu konuda ilk çalışmalar olduğu için bazı eksikliklerle birlikte, konuyla ilgili olarak ileride yapılacak çalışmalara ışık tutabilecek nitelikte oldukları söylenebilir. Ayrıca bu çalışmalarda elde edilen sonuçlarının birçok açıdan birbirlerini desteklemiş oldukları gözlemlenen hususlardan biridir. Bazı konularda ortaya çıkan zıt bulguların ise araştırmaya katılan populasyon ve araştırmalarda kullanılan ölçüm araçlarının farklılığından kaynaklanabileceği söylenebilir. Bütün bunlarla birlikte, ülkemizde bu konuda yapılan çalışmaların son derece sınırlı olduğu, araştırmacıların ilgilerini bu alana yöneltmelerinin toplumumuzun bu konuyla ilgili tutum ve davranışlarının daha iyi bir şekilde tespit edilmesi açısından son derece önemli olduğunu belirtmek gerekir. |
|
|