Arama

AH EGO AH !...

 

 

Büyük ressam, uzun uzun eski bir sandalyeye baktı, onun varlığını ve özünü

hissetmeye çalıştı.   Sonra sandalyenin karşısına geçip, eline tuvalini  ve boyalarını

aldı, bir tablo yaptı. Birkaç dolar bile etmeyecek eski ahşap sandalyenin tablosu, bu

gün 25 milyon dolardan daha fazla ediyor. Van Gogh; düşünceye esir olmadı,

düşünceyi  kullandı. Sığ ve  cansız  gözüken sandalye, O’nun tarafından tuvale

resmedilince, milyon dolarlar ediyor. İnsanlara, nesnelere, olaylara sözel  ya da

zihinsel etiket yapıştırmak ta ne kadar aceleciysek, elimize geçen gerçek o kadar sığ

ve cansız olacaktır.

 

 

İnsanoğlu  kendini tanımlamak içinde  acele  eder. Kendini tanımlamak için

birçok etiket kullanır. Bunlardan en belirgin olanı “BEN” kelimesidir. Türkçe de en çok

kullanılan kelime yine “BEN” kelimesidir.   “Ben”  dediğimizde sözünü  ettiğimiz şey

gerçek kimliğimiz değildir. Hepimiz zihnimizde bir “ben” canlandırırız. Bu aslında bir

illüzyondur. Bunu aşağıdaki gibi bir örnekle açıklamak daha kolay olur. 

 

 

Dikkat ederseniz, çocuklar  konuşmaya başladığı ilk anlarda, kendinden

üçüncü şahıs gibi bahseder. Adını anne ve babasından duyar ve “Tolga acıktı, Tolga

oyun  oynayacak”  vs gibi  cümleler  kurar   Daha sonra “ben”  kelimesini öğreniriz ve

ismimizin yerine bu kelimeyi  koyarız.  Sonraki  aşamada; kendimizi  nesnelerle

tanımlarız, etiketleriz.  “Benim  oyuncağım, benim  arabam,  benim  yemeğim” vs.  gibi.

Oyuncağımız kırıldığında ise korkunç bir acı hissetmişizdir. Bunun sebebi oyuncağın

kırılması değil, kendimizi  onunla  özdeşleşmiş olmamızdır. Kırılan oyuncak bir tahta

parçası da olabilir, karmaşık elektronik bir oyuncak da olabilir fark etmez. Acının

nedeni “benim” kelimesinde gizlidir.

 

Büyüdüğümüz zaman “ben”  düşüncesi  yeni  anlamlar  kazanır. Kendimizi

milliyet, ırk, din, vücut, cinsiyet, meslek ile tanımlarız. Baba, anne, karı, koca, müdür

gibi sıfatlar “ben” olur. Kafamızın içinde

sürekli  bir  ses vardır. Bu ses çoğu

zaman kontrolü bizden  alır. Bizler,

kendi kimliğimizi eşya ile  tanımlarız.

Önceleri  oyuncağım, daha sonraları

arabam, evim, giysilerim  vb. haline

gelir. Bu yüzden kendimizi  nesnelere

bağlarız, onlara takıntılı hale geliriz.

Sürekli  olarak daha fazlası için açlık

duyarız.

 

Peki, sahip  olduklarımızla gurur duymamız yanlış  mı? Tabi  ki  yanlış değil.

İnsanların kalabalık arsında güçlenmesi, yada az mala sahip  olarak zayıflaması

yanlış  ya  da doğru olarak nitelendirilemez. Bu sadece EGO’dur. Kendinizi

gözlemlerseniz,          içinizden        gelen       sese       kulan       verirseniz,         egoya       dayanan

davranışlarınızı fark edebilirsiniz. 

 

Bir binanın önünde durup, bu bina  benim  derseniz; ya zenginsinizdir,  ya da

yalancısınızdır. Sonuç ne olursa  olsun, bina ile ben düşüncesini  birleştiriyoruz.

Elimizde imzalı ve onaylı bir tapu  varsa, bütün dünya da bunu onaylıyorsa bile, bu

sadece bir kurgudur. Ölüm  döşeğinde  hepsinin elimizden  kayıp  gittiğine şahit

 

olacağız. Ölüm döşeğinde sahip olma duygusunun da egonun da bir önemi kalmıyor.

Kendimizi eşyalarla tanımlamayı bırakırsak, gerçek anlamda özgür oluruz.

 

 

Ego sahip  olmayı varlık ile  birleştirir. Sahibim  o zaman varım. Ne kadar çok

sahip isem, o kadar çok varım. Fakat insanoğlu eşyalara bağlanmaktan vazgeçemez,

bu mümkün değil. Belki  kendimizi  eşyalarda aramaktan  vazgeçersek mümkün

olabilir. Hepimiz eşyalara  bağımlıyız. İnanmak istemiyorsanız, cep  telefonunuzu

kaybettiğinizde yaşadığınız acıyı bir düşünün. Bu bağımlılığım  farkında olmak bir

başlangıçtır.

 

Egomuzu en canlı tutan şey, daha fazla istemektir. Ne kadar çok istersek, o

kadar çok sahip oluruz, o kadar çok var oluruz. Hiçbir ego daha fazlasını istemeden

yapamaz. Sahip olmak sadece sığ bir tatmindir ego için. Hep daha fazla...

 

Örneğin büyük şirketler, daha fazlasını elde etmek için, gezegenin canına

okuyor. 

Doğa, hayvanlar, insanlar “daha fazlası” için kurban ediliyor. 

 

Tüm  bunlarla  birlikte, EGO kendini  vücutla  da tanımlar, cinsiyet kimlik haline

gelir. Cinsiyet kavramı aslında  bir roldür  ve bu rolü  küçük yaşta aileler  çocuklarına

yükler. İnsanlar  kendilerini fiziksel  güzellikleriyle ve kaslı vücutlarıyla  tanımlar.  Ama

bunlar kaybolmaya başladığında acı çekerler. Böyle bir durumda kimliklerinin

dayandığı  şey  çökmeye başlar. Güzel  bir vücuda  sahip olmak sağlıklı ve  güzel bir

şey. Ama kimliğinizi  vücudunuzla bağdaştırmadığınız takdirde; güzellik, canlılık, güç

kaybolduğu takdirde kimliğiniz hiçbir şekilde etkilenmez.

Vücudunuz dışarıdan nasıl  gözükürse gözüksün,  içinizde  yoğun ve  canlı  bir

eneri alanı var. Bunun farkına varmak için içsel dünyanıza dönmeniz yeterli. Diğer bir

deyişle; biçimi olan varlıktan, biçimi olmayan, eşya ile özdeşleşmeyen, ideoloji ya da

cinsiyet ile tanımlanmayan bir öz kimliğe kayabilirsiniz. Bu hepimizin öz kimliğidir. 

 

 

Alıntı 

Benzer Yazılar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum yaz...

İsim :